Sigara dumanından birbirimizi göremediğimiz dikim atolyesinde, malzemeleri yakmadan,
dükkanı kül etmeden son isimleri de yazdık kağıtlara. Herkes de bir sessizlik ve kararlılık vardı.
Bu geleneksel tören beş ya da altı yıl önce kendiliğinden başladı. Sonraki zamanlarda aramıza
katılan arkadaşlarla sayımız on beşi bulmuştu. Yaş gruplarımız farklıydı, beni onsekiz olarak
ortalama yaparsak, benden iki yaş küçük, iki yaş büyük arkadaşlarımızda vardı. Herkes birbirine
kardeşlik ağabeylik ya da akranlık yaparak birlikteliğimizin sürmesini sağlardı. Aylaklık
yapanlarımız olduğu kadar okula gidenlerde vardı, çalışanlarda, kendi iş yeri olanlarımızda
vardı.
Yılın çoğunu kış olarak geçirdiğimiz aylara sahip küçük bir yerdi yaşadığımız şehir. Geriye
kalan dört ya da dört buçuk ayın yakıcı güneşinde de yazı yaşayan bu küçük yerde herkesin
birbirini tanıması kaçınılmazdı. Tanımak dediğime de bakmayın, sima olarak mutlaka bir denk
gelinmişlik olurdu birbilerine bir yerlerde. Pastahanesinden lokantasına, okulundan bilardo
salonuna, gazinosundan kahvehanesine kadar sosyalleşmeyi sağlayan bu mekanların sayısı en
fazla beşti. Bu kadar küçük bir şehrin, birbirlerini farklı yollarla tanıyan sağlam bir arkadaşlık
grubu oluşmuştu kendiliğinden. Kimimiz okuldan tanıdığını mahalledeki arkadaşıyla tanıştırarak,
bazılarımız mahalleden tanıdıklarını işyeri olanlara tanıtarak grubumuzun büyümesini
sağlamışlardı. Ben ven en yakın dostumun tanışıklığı ise, arkadaşımın babasının görev yerinin bu
şehre düşmesi ve alt kat komuşumuz olmasıyla başladı. Birimizin derdi hepimizi gererdi.
İçimizden birinin isteği zamanla bizimde dileğimiz haline gelirdi.
Hesapsız sualsiz, aklın bir karış havada olduğu en mutlu yıllarımızdı. Aklımız farklı çalışır, bazı
duygular mantığımızın önüne geçer, deli kanlılığın tavan yaptığı ve kalabalığımızın bizi güçlü
yaptığı yılların aylak gençleriydik şehrimizde. Yüz kızartıcı hiç bir olayın içinde olmadık çok şükür.
Ama yaptıklarımızın neticesinde utanmadıkta değil. Birbirine komşu olanalarımızda vardı, aynı
mahallede oturanlarda yada şehirin farklı yerlerinde yaşayanlarımızda. Zaten kendini kassan,
arkadan alacaklı kovalıyormuş gibi koşsan bir iki saate şehrin bir ucundan öteki ucuna varırdın.
Aylaklık yapardık, mahalleden kızarlardı bize, okuldan gıcık kaptığımız öğretmenlerimizde
olurdu, bizi sinir eden müşterilerimizde vardı, kılından tüyünden, tipinden nem kaptıklarımızda
olurdu. Sokağın yaşam alanı olduğu, kimsenin kimseyi satmayı dahi aklından
geçirmediği, mahalle dayanışmasının bulunduğu, insanlığın henüz günümüzdeki kadar
yabancılaşmadığı mandalina kokulu sobaların yandığı evlerimizde zaman geçirmek yerine
arkadaş grubumuzla zaman geçirmeyi tercih ederdik. Bütünlük olmazdı ama çoğunluğu
sağlardık. Bazen aklımız yetse gücümüz yetmezdi, bazen gücümüz yetse adımız karalanmasın
diye bireysel olarak kimseye ses çıkarmazdık. Lakin biz bir araya gelince şeytan bile yanımızda
namaza dururdu vesselam.
İçimizden biri toplanalım dedimi, birilerinin burnundan yine süt akımı başlayacaktı. Bizde de
merhamet vardı ama vicdan hak getire. Sistem kısaca desemde uzunca anlatırım zaten, o
yüzden ben anlatayım kısa mı uzun mu siz kararverin. Kişi başı kağıt, kalem ve her kişinin aklında
en az on, en fazla onbeş isimle başlanırdı yazılmaya. Herkes kağıda aklındaki onbeş ismi
yazardı. Sonra aynı olan isimler kalır, farklı isimleride bir sonraki buluşmamıza saklardık. Bu
yöntemle elene elene son bir isim kalırdı geride. O da bizim ortak düşmanımız olurdu.
Bu yöntemle elde ettiğimiz ilk düşmanımız, şehrimizin beş lisesinden birinde öğretmendi.
Neymiş efendim sen nasıl olurda bizim arkadaşımızı sınıfta bırakırmışsın. Nasıl bırakmasın ki,
bırak sınavı geçmeyi, normal bir öğrenci arada da olsa okula gider değilmi. Gittiği günlerde defter
zaten tek kağıt, bir de hangi dersde hangi konu işlenecekse ilgili kitabın o sayfası başkada geriye
bir öğrenci profili için gerekli olan kıyafetler. Dönem bitmiş, farklı memleketlerden gelen
öğretmenler memleketlerine, uzak köylerden gelen yatılı öğrencilerde geriye dönünce, küçük
şehrimiz neredeyse cebimize girecek kadar ufalmıştı. Düşman belli plan hazırdı. Tek yapmamız
gereken ortalıkta aylak aylak dolaşıp günlerin geçmesini beklemekti.
Kalabalık arkadaşlık grubumuzdan birinin araba hayali hepimizin ortak isteği olmuş bunun
içinde günden güne ya harçlıklarımızı birirktirerek yada çalışanlarımızın maaşlarından ayırdıkları
ufak miktarlarla bütçe oluşturmaya başlamıştık. Güneşin gökyüzünü kızıla boyamaya başladığı
saatlerde aynı tepeye yakın çevre yolunda toplanmaya çalışırdık, ellerimizde çekirdekler.
Biryandan birbirimize eşşek şakaları yapar biryanda da şaka yollu dertleşirdik. Gecenin bizim için
sonu ya arkadaşımızın dikim atölyesindeki sohbetin ardından ya da organize sanayideki bir diğer
arkadaşımızın karşılıksız aşkının acısını dinledikten sonra gelirdi. Yol alırdık evlerimize doğru ve
yine devam ederdi konuşmalarımız. Ufak gruplar halinde ayrılırdık birbirimizden, almak için
hayalini kurduğumuz o arabanın yada bizim aşığın karşılık bulamadığı sevdasının oturduğu
camiye yakın evin önünden. Belkide evlene bilirlerdi ileriki bir zamanda, eğerki kızın babası
imam, bizde şehrin aylak takımı olarak kötü bir imaja sahip olmasaydık.
Eve varmamıza bir sokak kala hep aynı adamı dışarıda dolaşırken gördüğümüzün bilmem
kaçıncı günüydü. Gece gördüğümüz yetmezdi birde sabahın köründe aynı yerde görürdük
sabahları ekmek almaya giderken. Hayırlı olsun Allah kaza da belada vermesinde bir insan bir
arabayı bu kadarmı seve bilirdi. Yeni almış kimse zarar vermesin diye sınır nöbeti tutan tek asker
kıvamında dolanıp dururmuş arabasının yanında. Kahveye giderdi bazılarımız, kimimizin yaşı
yetmezdi içeri girmeye. Kahvecide sırf gıcıklık olsun diye almazdı bizi, tüm ısrarlarımıza rağmen.
Sinir olurduk olmasında şimdilik bişey diyemezdik mevzuu başkaydı. Herkes günlük yaşantısına
muntazaman özen gösttermek zorundaydı. Aşkına karşılık bulamayan arkadaşımızın yarasına
deva olmak adına sabah akşam öğlen ikindi yatsı hiç bir namazı kaçırmamaya çalışıyoruz.
Kahveciye ayıracak zaman hemen hemen hiç yok. İmama yaranacağız diye abdestide camide
alıyoruz. Evdekilerde bu durumdan oldukça memnun. Nasıl memnun olmasınlar, vakit
namazlarını geçtik cenaze namazlarını bile atlamıyoruz. Geç gidiyoruz eve, nerdeydiniz
sorusuna camiydeydik cevabını alan kimse üstümüzede gelemiyor. Hele akşamla yatsı arası
imamın etrafından ayrılmıyoruz. O anlatıyor, birimiz hariç herkes orda dinliyor yada dinliyormuş
gibi yapıyor. O gelmeyen vicdansızda imam bizle sohbet ederken, sohbetin farklı şekliyle kızının
gönlünü yapmaya çalışıyor. Garibim ne mutlu oluyordu. İmam da yavaş yavaş bize güvenmeye
başlamış gelene gidene hatta gelmeyen gençlere bizi örnek gösteriyodu. İçten içe gülmemize
rağmen dile dökemiyor olmanın acısınıda yaşıyorduk kendi içimizde. Sıradakı ezanı sevipde
kavuşamayanlar için hiç okumadı müezzin ama selamızı severek okuyacakmış gibi ince bir
sırıtma olurdu yüzümüzde baktığında. Seziyordu birşeyleri ama ardımızda imam var ya
konuduramıyor. Fakat biliyorki, katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsini sevdiğim cinsine çeker.
Herşey tıkırında, bize serseri aylak takımı diyenler bizlerden birini görünce aferini çekiyor,
sırtımızı sıvazlayarak ya daha fazla öğüt veriyor yada başı önde yoluna devam ediyor. Bu imajla
değil imanın kızını müftünün kızını istesek alırdık bizim aşığa. Ayakta durmaktan sıkılmış birde
tabure çekmiş altına araba nöberindeki amcamız. Bizde araba almak isitiyoruz alanıda
kıskanıyoruz. Ufaktan da ayar olmaya başladık ama zamanı değil hem de listede ilk sıraya
gelmesi lazım. Dert bir değilki arkadaş, araba hayalimiz var ama hiç birimizde ehliyet yok. Hem
nasıl olsunki ufacık şehrimizde tabanvay ulaşım için oldukça yeterli bir vasıta. Sürücü kursuna
veresiye yazılmak istesede yaşı elverişli arkadaşlarımız, sürücü kursunun sahibi nuh der
peygamber demez bir inançsız çıktı. Cami cemaatiyiz diyede havamızı attık ama yok işlemedi
imansıza. Hayallerimizin bacakalarını kırıyor bu sürücü kursu sahibi. Bardak giderek doluyor ama
taşırmamak için içip duruyoruz derdimizi.
Aşıkları bir araya getirmek için yine bir akşam yatsı namazları için camideyiz. Şehrimizin tek
ama küçük, cüsseli ama mırıldak camcımız, saf tutarken yanımda durunca, benim film kopma
noktasına geldi. Ya bir insan mırıldana mırıldana nasıl namaz kılar anlamamki. Canımız namazda
değilki kulağımız ezanda olsun. Zar zor geliyorum camiye birde camcı amcam ruküde secdede
kıyamda oturuşta hep mırıldanıyor. Konsantrem sıfır sıfır sıfır. Eskilerden de sevmezdim, bireysel
gıcığım adama. Mahelle aralarında top oynarken kırdığımız camları bile takarken mırıldanırdı.
İmamla başlayan sohbetimizin konusu da ahlak ama o da bize uzak. Çoğunluk olarak camideyiz,
geri kalanlarda ne olur ne olmaz babında imamın evinin etrafında gözcülükte. Ne olursa olsun
hiçbir koşulda tedbiri elden bırakmayız. Derin duygu ve düşüncelere dalıp imamımızın
sohbetinden en iyi şekilde faydalanmaya çalışıyorum. Ulan dürtüklemeyin arkadaş, bende tik var
ya. Cematin içinde hayıkırarak o manevi ortamın huzurunu az biraz bozdum ki iyide oldu.
Müezzin ortalıkda yokmuş onun haberi için abdestimi bozdurdular bana. Daha yatsıyada var
vakit, evide uzak. Abdest tazelerkende görmedim. Bizimkilerde boş bulunmazlar görev
noktalarında ki yakalanamazlar. Zorla cennetin kapılarını aralamışız eğer yakalanırsak
cehennemi bu dünyada yaşatırlar bize. Lan arkadaş abdest alırken bile mırıldanırmı insan.
Mırıldak camcı yatsıya yetişmiş başlattığımız sohbet akımına o da katılmıştı. Kulağım imamda,
gözüm camiyi fır dönüyor, azınlık olarak kalmanın streside basmış zaten. Konuşan imam ama
ben necip fazıl duyuyorum ‘ ne gece bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar, ne de şeytan bekler bir
günahı, benim müezzini beklediğim kadar ‘. Hiçbirşey olmadı. Müezzin gelmedi, biz
yakalanmadık. Gece eve dönüş yolunda bile herkes kafasındaki tilkeler yüzünden sessizdi.
Sabah namazına giderken selam verip geçtiğim, dönüşte elimde ekmekler yine gördüğüm
araba nöbetçisi bile huylandıramadı beni.Acıdım hatta, yerinden kalkmadığı için de bir ekmek
verdim. Aklım müezzindeydi. Lan belkide izin almıştı, onuda bize soracak değildi ya, kime
sorardı, imama. Bizde ona sorduk. Tarlayı satmaya köye gitiğini öğrenince bir rahatladık.
Günlük yaşam namazlardan vakit bulunca standart sayılırdı. İşi gücü olanlar işinde, yaşı
yetenler bilardo salonu yada kahvede, iki grubada uymayanlar aylak aylak şehri dolaşmada.
Bazen mavi kuşun yanından geçeriz, alacağımız arabanın adı. Bir bakmışsın imamın evinin
ordayız bir bakmışın sehrin mırıldak camcısının dükkanın karşısındakı ufacık çay evinde. Mırıldak
camcının tabelasını değiştirdiğini de ozaman gördüm. CAMCI ... CAM BENİM İŞİM yazdırmış.
Fazlaca açılmıyoruz, zira yapacağımız operasyonun tarihi yaklaşmakta kimse bizi olay yerinin
yakınında bile görmemeli. Belirli aralıklarla oluşturduğumuz listeye göre malzemeleri stokluyoruz
telefon tamiri yapan arkadaşımızın dükkanına. Elimizde işimize yarayacak her türden malzeme
var. Topluca alım yaparsak dikkat çekeceğinden, fırsat ve para buldukça az az almaya özen
gösteriyoruz. Müezzin geldimi acaba diye kendimce düşünüp, aralarında konuşan arkadaşları
bile duymuyorum. Yanından geçtiğimiz araba nöbetindeki dayıya kızıp içimizden, sürücü kursu
sahibine sövüyoruz.
Mırıldak camcı yine mırıldanarak girdi camiye. Mekan mubarek olmasa bende mırıldanarak
sövecem. Git başka yerde dur be adam, sanki yeminli önce bir göz taraması ile buluyor beni,
sonra mırıldanarak verdiği selamı başımla almamı bekleyip çöküyor yanıma. Az bir işim var
bahanesiyle yatsı namazına kalmadan çıktım. Gözcülük yapan arkadaşlardan da ikisini yanıma
alıp, yolda anlattım, aklımda ki tilkinin karın ağrısını. Birkaç gün sürerdi belki ama hiç değilse
namaz kılarken rahat ederdim. Bir aydan fazla rahat durup normal insanlar gibi olmak zor
gelmeye başlamıştı, kaşınıyorduk. Tabelada bir harf fazlaydı mırıldağın. O fazla harfi, tabelanın
ana rengine boyayıp görünmez hale getirince, gecenin sabaha yüz tutmuş saatlerinde kafa
rahatlığı ile eve dönmüştük.
Dükkanını açma saatinden önce, yerimizi aldık çay evinin önündeki taburelerde.
Görmeyenlere de tabelayı biz gösterip curcuna için ortam oluşturuyorduk. Milleti güldürmüştük
sevabımız bol yazılacaktı. Herzaman yaptığı gibi çaycının önünden geçerken dükkana çay
söylemeyide ihmal etmedi. Çayını yudumlarken gördü tabelasını, durdu şoku atlatana kadar
birde sigara yaktı. O gün orada duyduğum küfürleri başka biryede hiç duymadım. Kesinlikle ilk
küfürü icad edenler bunun atalarıydı. Zar zor dizginledik adamı. Bir an korktumda şaka boka
sarıyor diye. Hayır kalp krizi yaşına yakın adam. Sakin sakin ama herkese olayı anlatarak ayrıldık
ordan. Sövmeseydi iyiydi. Bu ilk bireysel eylem, arkadaşlar arasında kahkkahaya sebep olsada
hoş karşılanmadı. Yinede kırmadılar beni, akşamına toplanma kararı alıp listeden camcının adını
ilk sırada çıkardık. Mırıldanmayacaktı, sövmeyecekti.
Gazeteciden çıkarken diğer arkadaşlarda ellerinde yapıştırıcı ve zarfla bekliyorlardı beni.
Telefon tamir dükanının deposunda harfleri özenle kestik gazeteden. İsteklerimizi anlatan bir
mektup oluşturmuştuk sonunda. O mektubu posta kutusuna bırakırken yone aynı yçntemle aynı
harfi yeniden sildik. Farklı gün ve farklı arakadaşlar eşliğinde o harf hep silindi. Şehrin diline
düşüp, onu görenlerin alaycı konuşma ve gülmeleri sonucunda geceleri nöbetçide koymaya
başladı dükkana.
Mırıldak camcı ile uğraşırken fark edemedik. Mavi kuş yerinde yoktu. Uçamazdıya koca araba
illaki biri satın almıştı. Satıcıya sormak yerine dağılıp aramaya başladık arabayı. Sormak olmazdı,
birimizin dikkat çekmesi hepimizin başını belaya sokardı. Bulursak alana ana avrad hayırlı olsuna
gitme kararı almıştık. Akşam namazı dolayısı ile imamı boş bırakmamak adına gtiiğimiz caminin
oto parkında gördük mavi kuşu. Lan sürücü kursu sahibinin inadına birde müezzinin yavşaklığı
eklenmişti. Sen git tarlayı sat, sonra gel bizim hayalimizi al. Ey iman ehli bizim hayalimizdi o
araba, nasıl kıydın lan bize. O araba bizimdi, ölüsüde bizimdi, diriside. O bizim mavi kuşumuzdu.
Alacaktık biz şekilde onu geri. Giderek artıyordu düşmanlarımızın sayısı. Biryandan bayram
yaklaşıyor bir yandan da okulların açılma vakti geliyordu.
Acil durum toplantısıyla bütün detayları hesaplanmış bir intikam planı oluşturmuştuk. Tek tek
listeden düşman bulmak yerine, büyük taaruza başlayacaktık. O gece ve ondan sonraki hergece
fırsat buldukça camcının harfi silinmeye devam etti. Taki tabelasını yine eski haline getirip,
mırıldanmayı bırakana kadar davem etmişti bu. Yıllar geçsede mırıldak camcının adı halk
arasında birdaha düzelmedi. Mırıldanmayacaktı, sövmeyecekti. Mavi kuş elden gidince, ulaşım
aracı olarak bir at arabası almıştık. Keyifli bir şekilde yeni aldığımız at arabasının modifiyesini
yaparaken sanayideki dükkanda,atıda arkadaki yeşil araziye park etmiş otunu suynu vermiştik.
Bir yandan modifiye işiyle uğraşırken bir yandan da planlarımızı en ince datayına kadar
konuşuyorduk.
Yatsı namazının bitiminden sonra yok olduk ortalıktan. Belirlenen saatlerde belirlenen yerlere
varmak için dağılmıştık. Bir kaçımız ana cade de bekleren, iki kişiyi ne olur ne olmaz babında
kara kolun yakınında bıraktık. Yarımız da çevrede görünmeyecek şekilde sığınmıştık geceye.
Kalanlar da müezinin evinin önündeydiler. O akşam ve sonraki her akşam, imkanlarımız
doğrultusunda telefon tamircisi arkadaşımızında yardımıyla, müezzinin evine giden telefon
hattını kesip yanımızda götürdüğümüz telefona bağlardık. İşimiz bittikten sonra yine eski haline
getirip sabaha doğru kimseye yakalanmadan dağılırdık. Şahsi hiç bir görüşme yapılmadı o
hattan. Ne kadar erotik 900 lü numara varsa aranmış ay başında gelecek faturayı ve detaylı
konuşma dökümanıyla çıkacak reziliği bekliyorduk. Bazı gecelerde hem mavi kuşun hemde
nöbetçisi olan arabın egzozlarını tıkardık. Sabah sabah ikiside sanayide alırlardı soluğu.
Sayemizde iki sıkı arkadaş olmuşlardı neredeyse,ne iyi insanlardık biz. Müezzin deliriyordu da
araba nöbetindeki dayı kahrından yıkılmıştı, arkadşın anlattığına göre. Evladı ölse bu kadar
zoruna gitmezdi. Öyle olurdu hep, senin gözünden sakındığına başkaları kıyardı. Caminin